25 Şubat 2010 Perşembe

Hasta Bina Sendromu

Geçtiğimiz günlerde posta kutuma bir mail düştü. “Hasta Bina Sendromu” başlığını gördüğümde sanki mail, bina dış cephe kaplaması ve ısı yalıtımı gibi bir şeylerden bahsediyormuş hissine kapılmıştım ki yazının ilerleyen satırlarında neyi kastettiklerini anladım.
“Hasta Bina Sendromu” tanımını ilk kez duyduysanız bir de bunları dinleyin! Sekreter sendromu, yazar krampı, şehir bronşiti, gürültü sağırlığı türünden bir yığın yeni hastalık literatüre ekleniyor. Yoğun iş temposu ve şehir stresi içerisinde yaşadığımız, sağlıksız beslenme, sırt ve boyun ağrıları, omurga bozuklukları, göz hastalıkları, alerjiler, kolesterol gibi şeylerden bahsetmiyorum bile…

11 Şubat 2010 Perşembe

Logolara tak(ıl)dım

Birkaç sene önce IBM üst düzey yetkilileri ile bir toplantıda beraberdik. Lafı nasıl dönüp dolaştırdıysam IBM’in logosunu konuşmaya başladık. IBM’in logosunun çok klasik, eski, hatta eskimiş olduğunu söyledim. O zamanki genel müdürü bu sözlerimden pek memnun olmadı ve o logonun neler ifade ettiğini IBM’in büyüklüğünü ve daha pek çok şeyi anlatmaya çalıştı. Konuşması bittiğinde ben hala IBM’in logosunun “eski” olduğu fikrimi koruyordum. Aradan birkaç yıl geçti. Hala fikrim değişmedi ve bekliyorum. Neyi mi? IBM’in logosunu ne zaman değiştireceğini…
IBM gibi bir markanın logosunu değiştirmesinin yüksek bir mali yük getirebileceğini tahmin edebiliyorum. Ancak marka değeri 65 milyar dolar civarında olan bir şirketin günümüz dinamiklerini göz önüne alarak daha rekabetçi bir yaklaşım geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum.

Son üç logosunu 1947, 1956 ve 1972 yıllarında değiştiren IBM, 2010 yılı içerisinde logosunu değiştirir mi bilemem. Ancak pek çok şirket logo değişimi konusunda farklı yaklaşımlar geliştiriyor. Günümüze ulaşan pek çok bilindik ve büyük markanın logosu çoğu zaman defalarca değişmiş.

Örneğin, Kodak’ın 1971`de tasarlanan ve 1987`de ufak çapta güncellenen logosu 2008’de yenilendi ve daha sade bir görünüme kavuştu. Kuruluşundan günümüze kadar en az 6-7 kez logo değiştiren Kodak, halen en çok bilinen ve hatırlanan markalar arasında.


Bir logo neler anlatır? Kodak’ın 2008 yılında değişen logosu ile ilgili şu açıklama yapılmıştı:
“Böylesine canlı ve kalabalık bir ortamda markayı temsil etmek için kullanılan sembollerin sayısını azaltmak gerekiyor. Kimi firmalar bir sembol, kimileri de bir sözcük seçiyor. Ama hepsi de tek bir kimliği benimsiyor. Kodak’ın yeni logosu da son derece sade… Hem geçmişimizi onurlandırıyor, hem de geleceğimizi tanımlıyor. Kırmızı ve Sarıdan vazgeçmiyor Kodak’ın yeni logosu, radikal bir değişiklik içermiyor; çünkü şirket, hem kendisi hem de müşterileri için değerli olan geçmişini tamamen kaybetmek istemiyor. Renkler aynı kalırken, kırmızı Kodak yazısı, yeni ve davetkar biçimlerde çizilen sarı çizgilerle çevreleniyor. Yeni logo eski “K” sembolünden daha fazla esneklik sunuyor. Kurumsal çevrelere, tüketicilere ya da ticari ortamlara yönelik kullanılmasına bağlı olarak, kırmızı Kodak yazısı ve sarı renk, farklı biçimlerde bir araya getiriliyor. Yeni Kodak logosu, 8 ayda ortaya çıktı. Bu süreçte, değişik tiplerde logolar denendi; farklı ekiplere logo hazırlatıldı ve kapsamlı tüketici araştırmaları yapıldı. Sonunda, 1930’lu yıllardan bu yana Kodak kimliğinin temelini oluşturan kırmızı Kodak yazısının geliştirilmesine karar verildi.”

8 Şubat 2010 Pazartesi

Bir Gün Fas’a Giderseniz…

Coğrafi olarak Avrupa'ya yakınlığı ile kültürel açıdan diğer Kuzey Afrika ülkelerinden farklılık gösteren Fas, kuzeyinde Akdeniz, batısında Atlantik Okyanusu ile çevrili ilginç bir ülke. Akdeniz ve okyanus sahilleri, verimli ovaları, yıl boyunca üzerinden kar eksilmeyen Atlas Dağları ve yanı başındaki çölü ile Fas, Afrika'nın en şanslı ülkesidir diyebilirim.

4 Şubat 2010 Perşembe

Siber suçların yeni oyun sahası "Sosyal Medya"

Cisco’nun 2009 yılı güvenlik raporunda sosyal medya ve sosyal ağların, ağ güvenliğine etkileri konusuna dikkat çekilerek kullanıcıların ‘siber suçlulara’ fırsat yaratma konusunda oynadıkları kritik rolün altı çiziliyor.

‘Yıllık Güvenlik Raporu’nun 2009 yılı sonuçlarına göre soysal medya, siber suçların yeni oyun alanı haline geliyor. Bulut mimarisi, spam ve BT çalışanlarının karşılaşmaya devam ettiği geniş kapsamlı siber suç faaliyetlerindeki trendlerin üzerinde durulan raporda sosyal medya alanında yaşanan hızlı büyümenin altı çiziliyor. Sadece Facebook’un aktif kullanıcı veri tabanını üç katına çıkararak 350 milyon üyeye ulaştığına dikkat çekilen raporda, sosyal medyanın gelişiminin 2010 yılında da sürdürmesinin beklendiği belirtiliyor.

Raporda, sosyal ağların siber suçluların oyun alanına dönüşmesinin ana nedeni olarak ise söz konusu sitelere üye olanların, topluluk üyelerine daha fazla güven duyarak bilgisayar virüsü ya da kötü amaçlı yazılımların yayılmasının önüne geçecek önlemler almayı ihmal etmeleri gösteriliyor. Yıllık Güvenlik Raporu, ayrıca, ağ güvenliğine yönelik riskleri ciddi bir şekilde artırabilecek küçük boyuttaki sistem açıkları, yetersiz kullanıcı davranışı ve eski güvenlik yazılımlarının potansiyel yıkıcı birleşimi ile ilgili de bilgi veriyor. 2009 güvenlik raporunda sosyal ağların güvenlik konusunda giderek daha büyük rol oynayacağını açıkça ortaya konuyor. Özellikle şirketlerin sosyal ağların gerçek bir iş gerekliliği olarak değerinin farkına varması bu gelişmede önemli bir role sahip.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Marka Bağımlılığı

Alış-veriş yapayım diye pek gezinmem, gezerken görüp hoşuma giden şeyleri almayı tercih ederim. Tesadüfen önünden geçtiğim bir mağazada gördüğüm ve beğendiğim şeyi alabilirim. Peki ya markası? Markası önemli mi? Birçoğumuz için tabi ki önemli. Benim içinde… Genellikle spor ve rahat bir giyim tarzım var. Eşofmanla dolaşmıyorum, ama takım elbise de giymiyorum. Takıntılı olduğum bir iki outdoor markası var. Bu markaların ürettiği pantolon, gömlek, mont, ayakkabı gibi ürünleri pek düşünmeden tercih edebilirim. Fiyatları çoğu markaya göre biraz daha pahalı olsa da kaliteleri ve sağlamlıkları ile bir adım önde oldukları kesin. Yani sadece “marka” oldukları ya da “statü” belirledikleri için tercih etmiyorum.

Sonra sokağa bakıyorum, birbirinin aynısı onlarca genç kız ve erkek görüyorum. Üzerlerinde koca koca yazılarla markaların isimleri yazan kıyafetleri tercih ediyorlar. “Puma” yazan bir şapka, montun üzerinde kocaman “Adidas”, giyilen tshirt’ün önünde “Nike”… Zaten bu markalara kalitelerinden ve hak ettiklerinden çok daha fazlasını ödeyenler, neden bir de o markanın “bedava” reklamını yapma gereği duyarlar merak ediyorum. Bunu yazdıktan sonra üzerime bakıyorum. Giydiğim fermuarlı hırkanın sol üst tarafında markanın adı yazıyor, 4cm. Gömleğe bakıyorum markanın logosu yaklaşık yarım cm. Şapka, eldiven ve atkıda logo ya da marka ismi yok. Palto da ise sol alt köşe de yaklaşık 6-7cm’lik marka adı yazıyor. Bu büyüklüklere bir itirazım yok tabi.

Modern, zengin, çeşitli ve farklı bir yaşam biçimi her gün gözümüzün önünden akıp geçiyor. Televizyon, reklam panoları, dergi, gazete ilanları sayesinde herkesin bu yaşam biçimini desteklemesi ve bir anlamda “marka” bağımlısı olması isteniyor. Ülkemizin doğusunda sadece televizyon izleyerek batı yaşamını anlamaya çalışan biri, kendini derin bir depresyonda bulabilir. Yine televizyonlardaki dizi ve magazin programlarını takip edenler bir süre sonra gerçek yaşamın orada gösterildiği gibi olduğuna inanabilir.

Bir tarafta zenginlik, çeşitlilik, alternatifler, farklı yaşam stilleri varken madalyonun diğer tarafında ise yoğun bir iletişimsizlik, kopukluk ve yalnızlık var. Toplum üzerinde giderek belirginleşen adaletsiz gelir dağılımının insanlar üzerinde yarattığı baskılar, psikolojik rahatsızlıklara sebep olabilir. Dr. Mehmet Yavuz, modern hayatın kişiler üzerinde yarattığı ruhsal dengesizliklerden biri olan “Marka bağımlığı” konusunda bazı notlar aktarıyor.