28 Aralık 2010 Salı

Çalışmak için ofise ne gerek var!

Veri ağları konusunda uzman bir firma olan Cisco, 13 ülkeden 2 bin 600 çalışan ve BT profesyoneli üzerinde yapılan “Connected World Report” araştırmasının sonuçlarını açıkladı. Araştırmaya göre dünyada her beş çalışandan üçü verimli olmak için ofise ihtiyaç duymuyor. Dahası, mobilite ve kurumsal bilgiye erişimde esneklik sunan şirketlerde çalışma arzusu o kadar yüksek ki aynı orandaki çalışanlar daha düşük ücret sunsa dahi bu şartlardaki işleri, yüksek ücretli ama esneklik sunmayan işlere tercih ediyor.
ABD’li bağımsız araştırma şirketi InsightExpress’le birlikte yürütülen araştırma, günümüzde artan mobil kapasiteler, güvenlik riskleri ile uygulamalara ve bilgiye her an her yerde erişim sağlayan teknolojilerin ortasında şirketlerin çalışan ve iş ihtiyaçlarını karşılamaları için gereken şartları ortaya koyuyor. Araştırmaya ABD, Meksika, Brezilya, Birleşik Krallık, Fransa, İspanya, Almanya, İtalya, Rusya, Hindistan, Çin, Japonya ve Avustralya’dan çalışanlar katıldı.

Araştırmanın öne çıkan sonuçları şöyle:
- Her beş çalışandan üçü (yüzde 60) verimli olmak için ofise ihtiyaç duymuyor. Bu oran Hindistan’da yüzde 93, Çin’de yüzde 81 ve Brezilya’da yüzde 76.

- Her üç çalışandan ikisi (yüzde 66) BT ekiplerinin kendilerine kurumsal ağlara, uygulamalara ve bilgiye her an her yerden ve her tür cihazdan erişim sağlamasını bekliyor. Gelecekte bu cihazlara televizyonların ve otomobillerdeki ekranların da eklenmesi bekleniyor.

- Ofis dışındayken kurumsal ağlara, uygulamalara ve bilgiye erişebilen çalışanların yaklaşık yarısı (yüzde 45) günde iki ila üç saat, çeyreği ise günde dört saat ya da daha fazla ek mesai harcadığını kabul ediyor.

- Çalışanlar her yerden çalışma esnekliğinin şirket sadakatlerini (yüzde 13), iş tercihlerini (yüzde 12) ve memnuniyetlerini (yüzde 9) belirlemede etkili olduğu görüşünde. Örneğin her üç çalışandan ikisi (yüzde 66) daha az ücrete karşılık cihaz kullanımı ve sosyal medyaya erişimde esneklik sunan şirketleri tercih ediyor.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Hindistan Gerçeği!

Geçtiğimiz ay, 11 günlük bir fotoğraf gezisi için ilk kez Hindistan’a gittim. Yaklaşık 11 yıldır fotoğraf amaçlı projelerim için, Asya, Orta Doğu ve Uzak Doğu ülkelerine daha çok seyahat ediyorum. Daha önce iki kez Hindistan’ın komşusu Pakistan’a fotoğraf amaçlı seyahatlerim olmuştu.
Bir süredir fotoğrafla biraz ciddi ilgilenen hemen herkesin ağzından Hindistan’a gitmek istediklerini dinliyor ya da gidenlerin fotoğraflarını izliyorum. İlk tanıştığım kişilerin fotoğrafla ilgilendiğimi öğrendiklerindeki ilk sorusu ise genellikle “Hindistan’a gittiniz mi?” şeklinde oluyor. Sanırım biraz da bu yüzden Hindistan’ı gezi programımda hep arkalara iteledim. “Nasıl olsa herkes gidiyor, ben gidip farklı ne yapabilirim” diye düşündüm. Ta ki geçtiğimiz aya kadar…
Hindistan’a giden, gitmeyen, gitmek isteyen hemen herkesin aklında bir takım önyargılar olduğu muhakkak. Peki, nedir bu önyargılar ve kulaktan dolma bazı bilgiler; “pistir, sokaklar kötü kokar, inekler yollarda oturur, çöpler dağlar oluşturur, sokaklarda binlerce insan yatar, dilenciler çoktur, ölüleri yakarlar, her yemekte köri kullanırlar, yemekler acıdır…”
                                                          Khajuraho'daki erotik figürler

Evet, sokaklar pis, sosyal ve ekonomik dengesizlik çok büyük, yemekleri acı… Hepsi bu kadar mı peki? İşin bir de başka tarafı var. Nüfusu 1 milyarı çoktan aşmış, bizden çok farklı bir kültüre sahip Hindistan’ın bugün bilişim teknolojileri konusunda geldiği noktayı bu ülkeyi ziyaret ettikten sonra bile anlamakta zorluk çekiyorum. Ancak her şeyin sokaklarda göründüğü gibi olmadığını iyi biliyorum.

Hindistan’da bilişim teknolojilerinin temeli 1960’lı yıllarda atılmaya başlanmış. Doğru insan gücünü doğru yerlerde kullanarak bugün senede 10 binlerce mühendisi sadece yazılım konusuna aktarabilen ülke, özellikle son 20 yıl içerisinde dünyanın bilişim üssü olmayı başardı. Bu sayede de 10 milyarlarca dolar gelir elde edebilen inanılmaz bir büyüklüğe ulaştı.
Bu konuda söylenecek, yazılacak çok şey var. Bu yazıyı yazarken geçmiş bazı haberlere baktım. Yazılım konusunda söz söyleyen herkes “Hindistan gibi olabiliriz” şeklinde açıklamalar yapmış. Hatta üç-dört ay önce çıkan bir haberin başlığı aynen şöyle: “Ankara, Hindistan’la yarışmak istiyor”. Haberde kısaca, Bilişim Vadisi projesinde Ankara’nın İstanbul’a göre daha şanslı ve doğru bir tercih olacağı yazılıyor. Çünkü İstanbul’a bir damla bile yağmur yağdığında hayat felç oluyormuş! Anlamadığım şey, bilişim konusunu milli bir politika halinde ele alan ve destekleyen Hindistan’ı rakip görüp, nasıl bir özgüvenle böyle sözler söylenir. Hindistan’ın bazı bölgelerinde adamlar evlerinde körili sebze yemekleri yaparken bir yandan da bilgisayar yazılımı yazabiliyor. Aradığınızda evinden destek hizmeti veren bir başka kişi, çocuğunu azarladıktan sonra size nasıl yardımcı olabileceğini soruyor.
Sanırım artık şunu kabullenmemiz gerekiyor. Kendimize farklı bir hedef noktası ve değişik bir kulvar seçmek zorundayız. Çünkü şu durumda yazılım endüstrisi olarak bizim Hindistan’ı yakalayabilmemiz pek mümkün görünmüyor.
Varanasi'deki en ünlü ölü yakma yeri Manikarnika Ghat

Bu arada yolunuz bir gün Hindistan’a düşerse, kendinize en azından iki gün ayırın ve Varanasi’yi mutlaka görün. Sabah 5’te kalkıp, Ganj Nehri kenarındaki Ghat’lara gidin ve bir tekne ile Assi Ghat ile Raj Ghat arasında, nehir boyunca giderek sabah ayinlerini, ritüelleri izleyin. Sonra bu Ghat’ları karadan yürüyerek gezin. Yıkananları, ruhunu temizleyenleri, çamaşır yıkayanları ve dua edenleri görün. Varanasi’deki en ünlü ölü yakma mekanı olan Manikarnika Ghat’a gidin. İçiniz kaldırırsa bir ölü yakma merasimini izleyin, bilgi alın. Sonra Varanasi’nin labirent sokaklarında kaybolmaya hazırsınız demektir.

22 Kasım 2010 Pazartesi

“Eşzamanlı Yaşam” Üzerine…

Günümüzün hızlı ve yoğun temposunda çoğu zaman kendimizi iş, eğlence, aile ve arkadaşlarla ilgili sorumluluklarımızı kapsayan birçok şeyi nasıl bir güne sığdıracağımızı düşünürken buluyoruz. Intel’in Avrupa, Orta Doğu ve Afrika Bölgesi’nde yaptırdığı yeni araştırmaya göre bölgede yaşayan insanların yüzde 89’u kendilerini “yoğun”, yaklaşık yarısı (yüzde 49) da “çok yoğun” veya “delicesine bir yoğunluk içinde” olarak tanımlıyor. Günümüz yoğun yaşam tarzının sonucu olarak insanlar etkinlikler arasında geçişler yapmak ya da onlara ayak uydurmak durumunda kalıyor. Intel etnografya araştırmacıları, günlük hayatımızı dengelemenin yolunu buldu: “Eşzamanlı Yaşam”.
Intel Sosyal Yaklaşımlar Araştırma Grubu tarafından Orta Doğu ve Afrika Bölgesi’nde Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 14 ülkede gerçekleştirilen araştırma, gün içinde sahip olduğumuz küçük zaman adacıkları ile mobil cihazlar arasındaki yakın ilişkiyi gözler önüne seriyor. “Eşzamanlı Yaşam” olarak tanımlayabileceğimiz bu boşluklar, bize faydalı işlerimizi tamamlama, önceden planlamadığımız ama değerli etkinlikleri gerçekleştirme şansı tanıyor. Intel’in araştırmasına göre dizüstü bilgisayarlar ve mobil cihazlar Eşzamanlı Yaşam’ı daha etkin kullanmamızı, böylece hayatımızı zenginleştirmemizi, dünya ile bağlantıda kalmamızı sağlıyor.
Intel’in araştırması, insanların dizüstü bilgisayar ve akıllı telefonlar gibi mobil cihazlarını kullanma biçimlerinin evrim geçirdiğini, günümüzde bu cihazların iş için kullanılmanın yanı sıra ilişki geliştirme ve kendini ifade etme araçları olarak görüldüğünü ortaya koyuyor. Araştırmaya katılan dizüstü bilgisayar sahiplerinin yüzde 91’i cihazlarını bir iletişim aracı olarak görürken, yüzde 87’si bu cihazların yaratıcı fikirler geliştirmelerine yardımcı olduğunu belirtiyor.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Kuşadası’nda Fotoğraf Dolu Günler

Kuşadası Belediyesi ile Kuşadası Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği’nin (KUFSAD) birlikte düzenlediği 1. Kuşadası Fotoğraf Günleri ve Fotomaratonu için Kuşadası’ndaydık.

29-30-31 Ekim tarihleri arasında düzenlenen etkinlikte, Fotoğraf Dergisi ve Photo Digital yazarlarımızdan Prof. Sabit Kalfagil, Prof. Güler Ertan, İbrahim Zaman ve Reha Bilir'in dışında diğer sevgili dostlarımız, Nadir Ede, Tahir Özgür, Oktay Çolak, Emre İkizler, Adnan Sokol, Utku Kaynar ve adını sayamadığım birçok fotoğrafçı vardı.
Etkinlik sadece fotoğraf günlerinden oluşmadı. Son yıllarda pek çok değişik şehirde düzenlenen Fotomaraton bu kez Kuşadası’nda yapıldı. Kayıtlı olarak 305 fotoğrafçının 1028 fotoğrafla katıldığı Fotomaraton etkinliğinin ödül töreninde de bulundum. Uzun bir değerlendirme toplantısı sonucunda birbirinden ilginç Kuşadası fotoğraflarının değerlendirilmesi ile ortaya çıkan sonuç gerçekten çok güzeldi. Ödül ve sergileme kazanan fotoğrafların kalitesi böyle bir etkinliğin ne kadar başarılı olduğunu zaten gözler önüne serdi.
Jürinin değerlendirmesi sonunda Fotomaraton birincisi İsmet Danyeli, ikinci Cihan Karaca, üçüncü Gürsel Egemen Ergin oldu. İsmet Danyeli, Mehmet Dinler ve Cihan Karaca da birer mansiyon ödülü kazandı. Ayrıca pek çok ödül ödül verildi.

Prof. Sabit Kalfagil
İbrahim Zaman
Etkinlikteki sergi açılışlarından biri

KUFSAD Başkanı Bayram Yılmaz ve değerli organizasyon ekibinin ortaya çıkardığı bu etkinliğin önümüzdeki yıllarda daha da ilgi göreceğine eminim. Tekrar kendilerini kutluyorum.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Canon Yeni Makinelerini Arazide Tanıttı

Canon, yeni DSLR fotoğraf makinesi 60D, profesyonel kompakt serisinden Powershot G12 ve diğer yeni kompakt modelleri ile uzun tele objektiflerini tanıttığı farklı bir etkinlik düzenledi. Land Rover araçları ile Göktürk’ten başlayan off road macerası Demiciköy’de son buldu. Gün boyu süren etkinlik kapsamında hem Land Rover araçların hem de Canon’un yeni makinelerinin performanslarını test etme imkanı bulduk.
Bu keyifli, eğlenceli ve biraz yorucu etkinlikte bir sürü fotoğraf makinesi ve objektif içerisinden en çok ilgimi çeken EOS 60D ve G12 deneyebildiğim ve fotoğraf çektiğim iki makine oldu. Bu arada Land Rover’ın Discovery 4 modelini off road ortamında kullanmak ve normal bir araçla girilmesi imkansız yollarda güvenli bir sürüş deneyimi yaşamak ayrıca güzeldi. Şimdi gelelim esas konumuza, öncelikle size biraz EOS 60D modelinden bahsetmek istiyorum.

Canon EOS 60D
Canon’un EOS serisinden duyurduğu en son ürün olan 60D, yüksek çekim hızı, çözünürlüğü, oynar LCD ekranı ve yüksek ISO değerlerine ulaşabilmesi ile dikkat çekiyor. EOS 60D, 18 milyon pikselli bir ‘APS-C’ CMOS sensöre sahip. DIGIC 4 teknolojisine sahip EOS 60D, CMOS sensörünün dört kanal çıkışından alınan görüntü bilgisini hızlı bir şekilde işleyerek 5,3 kare/sn hızda ard arda 58 tam çözünürlüklü fotoğraf çekimi gerçekleştiriyor.
EOS 60D’nin standart 100-6400 aralığındaki ISO hızı, 12800 değerine kadar genişletilebiliyor. Böylelikle düşük aydınlatmalı ortamlarda bile en az parazitle yüksek görüntü sağlanıyor. 9 noktalı, tamamı çapraz (cross) tipte otomatik odak (AF) sistemi, f/2.8 değerinde hızlı lensler için ekstra hassas merkez noktası sayesinde hızlı ve net odaklanma sağlarken, fotoğrafçıların portre çekimlerinde ve güçlü bir atmosfer yaratmayı amaçladıkları çekimlerde sanatsal sonuçlar elde etmek için sığ bir alan derinliği kullanmalarına izin veriyor.
İlk kez EOS 7D modelinde kullanılan ve büyük beğeni toplayan, 63 bölgeli, çift katmanlı sensörlü, Canon’un iFCL ölçüm sistemi özelliğine sahip olan EOS 60D’de, konunun konum bilgisi ‘Otomatik Odak’ sisteminden alınıyor ve hangi koşulda olursa olsun tutarlı net pozlama için renk ve ışık okumalarıyla birleştiriliyor. Entegre ‘Speedlite aktarıcı’, daha yaratıcı aydınlatma için çoklu ‘EX flaş üniteleri’nin fotoğraf makinesi içinde kontrol edilmesini sağlıyor.

30 Eylül 2010 Perşembe

Photokina Gençleşiyor

Geçtiğimiz ay iki senede bir düzenlenen ve dünyanın en önemli fotoğraf ve görüntüleme etkinliklerinden biri olan Photokina Fuarı’ndaydım. Bu yıl 21-26 Eylül 2010 tarihleri arasında her zamanki gibi Almanya’nın Köln kentinde düzenlenen fuarı sanıyorum bu beşinci ziyaret edişim. Yani yaklaşık 10 senedir Photokina Fuarı’nı takip ediyorum. Artık tüm dünyadaki fuarların bir değişim içerisinde olduğunu ve birçok organizasyonun artık eskisi kadar ilgi çekmediğini hepiniz görüyorsunuz. İnsanlar kalkıp bir yerden bir yere gitmeden de yenilikleri ve birçok ürünü bilgisayarlarının başında inceleyebiliyorlar. Yani bir sanayi fuarında esas amaç o ürünleri görmek değil, belki ticari işbirlikleri ve toplantılar yapmak olabilir.
Fotoğraf ve görüntüleme teknolojilerinin belki bir kısmı yine internet üzerinden hızlıca takip edilebilir. Ancak bu fuar halen 45 ülkeden 1251 katılımcı ve 160 ülkeden 180.000’in üzerinde ziyaretçiyi ağırlıyor. Sabahın erken saatlerinden itibaren giriş kuyrukları azalmayan bu fuarın bir diğer önemli özelliği ise hem sanatın hem profesyonel yaklaşımların bir arada sunuluyor olması.

Hem fotoğraf sektörü hem de amatör ve profesyonel kullanıcılar için merakla beklenen bir fuar olan Photokina’da bu sene ilk gözlemlediğim şey, yaş ortalamasının biraz düşmesiydi. Daha önceki fuarlarda orta ve orta yaş üzeri bir ziyaretçi ağırlığı varken bu yıl oldukça genç bir ziyaretçi kitlesi vardı. Hemen şunu eklemek istiyorum. Salon sayısındaki azalma kesinlikle fuar içerisinde negatif bir etkiye sebep olmamış. Bunu hem firmaların hem de ziyaretçilerin ilgisinden anlamak mümkün. Çoğu standın önünde onlarca kişi yeni tanıtılan makineleri inceleyebilmek için sırada bekliyor. Ürünleri uzun uzun inceleyebiliyor, fotoğraf çekiyor, uzmanlardan görüşler alıyor. Hatta bazı firmaların birkaç saatlik fotoğraf makinelerini ücretsiz kiralaması ile daha uzun bir deneyim yaşayabiliyor.
Fuarda tahmin edebileceğiniz gibi fotoğrafla alakalı tüm markaları bir arada görmek mümkün. Büyük markaların yanı sıra Uzak Doğu kökenli aksesuar ve yan ürünler satan pek çok ilginç firma karşınıza çıkıyor. Özellikle büyük fotoğraf firmalarının yaptığı showlar ve özel tanıtımlar görülmeye değerdi.
Yeni trendler içerisinde 3D uygulamalar (çekim, izleme ve baskı), aynasız yeni nesil fotoğraf makineleri, DVSLR (video çekebilen DSLR) modelleri ve ekipmanları bir hayli ilgi çekiyor. Daha çok bir salonda toplanan aydınlatma ve paraflaş ürünleri ve yine ayrı bir yerde bir araya gelen sualtı fotoğraf ekipmanları da fuarda en çok ilgi gören diğer alanlar… Kısaca bu Photokina Fuarı’nda hem firmaların hem de fuarı gezen ziyaretçilerin büyük bir kısmı hallerinden oldukça memnundu. Çünkü donuk bir bilgisayar ekranına bakmak yerine dokundular, incelediler, gördüler, konuştular…

29 Eylül 2010 Çarşamba

“PES 2011” 7 Ekim’de Raflarda…

Futbol oyunları içerisinde herkesin merakla beklediği PES, bu yıl ilk defa Türkçe dil seçeneği (oyun içi metinler) ile karşımızda. 28 Eylül tarihinde yapılan ürün lansmanında deneme fırsatı bulduğum PES 2011 için şunu söyleyebilirim: “Bu kez kontrol sizde!”

PES 2011 gelişmiş oynanış yenilikleri, kontrol seçenekleri ve animasyonlarla gerçek hayat futbolundaki evrimi ekranlarınıza taşıyacak. PES 2011’in sınırsız özgürlük sloganının merkezinde, oyuncuların her bir pas ve şutun tam olarak gücünü ve yerini belirlemelerini sağlayacak olan güç çubuğu bulunuyor. Artık topu istediğiniz yere tam bir kesinlikle atabilecek, maçın temposunu ve kontrolünü belirlemek için boş alanlara uzun paslar yollayabilecek, ayağa kısa paslar verebilecek ve gerçekçi verkaçlara girebilecekler.
Konami Digital Entertainment GmbH Avrupa PES Ekip Lideri Jon Murphy PES’in değişim zamanı geldiğini altını çizerek, “PES 2011 serinin tarihindeki en köklü tasarım değişikliğine sahne olacak. Gerçek futbolda olup da PES’te yansıtamadığımız şeyleri tespit etmek için hayranlarımızla birlikte çalıştık. Önceliğimiz sınırsız özgürlük sağlamaktı ve yeni animasyonlar da şarttı. PES 2011 bunların ikisini de gerçekleştiriyor – gerçekten de bu iki özellik de doğrudan birbirine bağlı; yeni oyunun bir PES olduğunu bilecek, ama çok ciddi değişiklikler geçirdiğini de göreceksiniz” diye konuştu.

PES 2011 özünde PES temellerini korurken, evrim geçirmiş bir deneyim sunacak. Oyunun birçok özelliği de tamamen yenilendi, örnek olarak:
• Esnek Kontrol
• Şut & Dayanıklılık Göstergesi
• Yeni Defans Yapay Zekası
• Animasyon ve Futbolcu Fizikileri
• Maç Hızı
• Estetik
• Taktik ve Strateji
• Çalım ayarları
• Master lig online

14 Eylül 2010 Salı

2025 için internet öngörüleri

Cisco, günümüzde 2 milyar kullanıcısıyla 3 trilyon dolarlık pazar büyüklüğüne sahip olan internetin 2025 yılında nasıl büyüyeceğini ortaya koyan “Gelişen İnternet” adlı raporunu yayınladı. Monitor Group’un iştiraki Global Business Network’ün (GNB) de imzasını taşıyan bu araştırmada önümüzdeki 15 yıl içerisinde internetin potansiyelinin son noktasına varıp varmayacağı sorgulanıyor. Her ne koşulda olursa olsun gelecekte internetin yolunu belirleyecek itici güçlerin ve belirsizliklerin araştırıldığı bu araştırmada tüm dünya nüfusunun internete bağlı olması durumunda küresel refahı, iş üretimini, eğitimi ve sosyal etkileşimi artırabileceğine dikkat çekiliyor.

Bir yılı biraz aşkın süre içinde toparlanan veriler ve yapılan röportajlarla tamamlanan bu araştırma sonucunda internetin geleceğine dair dört değişik senaryo ortaya konarak farklı potansiyel yollar açıklanıp detaylandırılıyor. Altyapı yatırımları, yeni fiyatlama modellerine müşteri geri dönüşleri ve teknolojiyi kabullenme gibi kritik faktörlerin etkilerinin ele alındığı bu senaryolardan üçünde geleceğe yönelik risk ve fırsatların altı çizilirken, ilk senaryoda ise internetin bugünkü hızla genişlemesinin sürebileceği öngörüsüne yer veriliyor.
Gelecekte internetle tanışması beklenen 2 veya 3 milyarlık yeni kullanıcı kitlesinin büyük bir bölümünün gelişmekte olan piyasalardan olacağına dikkat çeken raporun eş yazarı ve Cisco Gelişmekte Olan Piyasalar Strateji ve Ekonomi Direktörü Enrique Rueda-Sabater, “Bu yeni kitle halihazırdaki 2 milyar kullanıcıdan çok farklı olacak. Küresel iş modelleri ve ulusal politikalar eski beklentilere, davranışlara, tavırlara, tercihlere ve başarılara dayandırıldığı takdirde çökebilir ve başarısız olabilirler” diye konuşuyor.

Rapora büyük katkıda bulunan GBN’nin kurucu ortağı Peter Schwartz ise, “Biz geleceği öngöremeyiz ama 2010 yılında internet bağlantılı olarak yapılan tercihlerin ister istemez uzun soluklu sonuçlar doğuracağını biliyoruz. Bu senaryoların bugünün kararlarının geleceği nasıl etkileyeceği konusunda teknoloji ve siyaset gruplarının stratejik iletişimini tetikleyeceğini umuyoruz” diyor.

Disiplinler arası bir ekip tarafından yürütülen bu araştırma, internetin geleceğine damga vuracak şu beş ana bulguya dikkat çekiyor:
İnternete bağlı pazarlardaki en büyük büyüme günümüzün yüksek gelirli veya “gelişmiş” ekonomileri dışında gerçekleşecek.
İnternetin küresel yönetimi büyük oranda değişmeyecek.
"Dijital yerlilerin" internet ile bağları önceki nesillere göre önemli ölçüde farklı şekillerde olacak.
Q klavye internetin ana arayüzü olmaktan çıkacak.
Tüketiciler internet bağlantısı için çok farklı ödeme yollarını seçebilecek. Sabit fiyatlı ödeme seçenekleri giderek azalacak.

İnternetin geleceğini etkileyecek değişimlerin ne yönde olacağına yönelik birçok belirsizlik bulunmasına karşın rapor gelecekte şu dört farklı senaryonun yaşanabileceğini ortaya koyuyor:

DEĞİŞKEN SINIRLAR: Gelecekte internetin daha yaygın ve dağınık biçimde olacağını öngören bu olumlu senaryoya göre teknoloji, internete bağlanmayı ve cihazları daha da düşük maliyetli hale getirecek ve dünya çapındaki talepler hızlı biçimde karşılanabilecek.
GÜVENSİZ BÜYÜME: Hükümet ve uluslararası kuruluşların önleyici yeteneklerine karşı gelmek için yapılan acımasız siber saldırılar ve kullanıcıların aşırı güvenlikten sıkıldığı bir internet ortamının gelişeceğinin öngörüldüğü bu senaryoda güvenli alternatiflerin ortaya çıkacağı, ancak çok pahalı olacağı belirtiliyor.
YERİNE GETİRİLMEYEN VAADLER: Ekonomik durgunluğun süregeldiği bir dünyada internetin yayılımının azalacağının düşünüldüğü bu senaryoda korumacı politikaların ağ teknolojilerinin gelişimini engelleyeceği ve bunun da ekonomik zayıflığı artıracağı kaydediliyor.
YOĞUN İLGİ: İnternetin kendi başarısının kurbanı olacağının öngörüldüğü bu senaryoda ise IP bazlı hizmetlere olan aşırı talebin darboğazlar yaratacağı ve beklentiler ile gerçek internet kullanımı arasında büyük uçurumlar yaratacağına işaret ediliyor.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Facebook’u güvenli kullanmanın 6 yolu

Temmuz ayı içinde yarım milyar Facebook kullanıcısından yaklaşık 100 milyonunun kişisel bilgileri internete sızdırıldı. Bunun, Facebook‘u hedefleyen saldırıların ne ilki ne de sonuncusu olduğuna dikkat çeken ESET’in kıdemli araştırma uzmanlarından David Harley, gereksiz yere zarar görmemek için dikkat edilmesi gereken 6 altın kuralı sıraladı.

Antivirüs kuruluşlarından biri olan olan ESET’in araştırma uzmanlarından David Harley’e göre spam olan ya da dolandırıcılık içeren iletilere yapılan yorumlar, Facebook’ta yer alan birçok uygulamanın istismar edilmesine sebep oluyor. David Harley, bu nedenle kullanıcıları uyararak, Facebook başta olmak üzere, sosyal ağlardan zarar görmemek için uyulması önemli 6 altın kuralı şöyle sıraladı:
1. Facebook gizlilik ayarlarınızı düzenleyin: Tam profilinizi sadece en güvenilir arkadaşlarınız ile paylaşın, diğerlerine kısıtlı profil uygulayın. Facebook ayarlarında durum güncellemeleri, duvar iletileri, kişisel bilgiler, fotoğraflar arasından kısıtlamak istediklerinizi seçebiliyorsunuz. Facebook zaman zaman gizlilik ayarlarını değiştiriyor, onayladığınız ayarların farkında olun. Arkadaş listenizde tanımadığınız birini görürseniz hemen kaldırın.

2. İletilen bağlantıları tıklamayın: E-postanızdaki şüpheli bir eklentiyi posta arkadaşınızdan gelmiş olsa bile açmıyorsanız, aynı güvenliği Facebook’ta da uygulamalısınız. Mesajın içeriği arkadaşınız yerine bir hacker ya da suçludan geliyor olabilir.

3. Sadece tanıdığınız insanların arkadaşlık isteğini kabul edin: Kullanıcılar tanımadıkları insanlardan gelen istekleri onaylamamalılar ve tam profillerini herkese göstermemeliler. Kiminle neyi paylaştığınızı aklınızdan çıkarmayın.

4. Girdiğiniz bilgiler sonsuza kadar dünyaya açık kalacaktır: Bir fotoğrafı ya da tüm sosyal ağ hesabınızı sildiğinizde tüm veriyi sonsuza kadar sildiğinizi zannetmeyin. Bilgileriniz ve fotoğraflarınız, sildiğiniz zamana kadar çoktan başka bir bilgisayara indirilmiş olabilir. İnternette hangi fotograf ve bilgileri paylaşmanızın yerinde olacağını en az iki kez düşünün.

5. Uygulama yüklerken dikkatli olun: Üçüncü parti birçok uygulama hackerların elinden çıkmış olabilir. Emin olun, kişisel bilgilerinizin bu tip insanların eline geçmesini istemezsiniz.

6. Tıklamadan önce düşünün: “Beğen” linkine tıklarken dikkatli olun. Arkadaşlarınıza solucan bulaştırma ihtimaliniz var. Her şey “Beğen” linkine tıklayarak başlıyor ve bir anda kendinizi başkalarına spam gönderir halde bulabiliyorsunuz. Profilinize bu tip bir solucan bulaşmış ise, temizlemek için bulaştıran mesajı durumunuzdan ya da duvarınızdan kaldırın ve şüpheli uygulamalar için ayarlarınızı kontrol edin.

10 Ağustos 2010 Salı

Siz Sadece Araba Kullanın!

Günümüzde arabaların en çok önem verilen özelliklerinden biri, yüksek bir güvenlik standardına sahip olmaları. Emniyet kemerleri, sayıları her geçen gün artan hava yastıkları, eller-serbest sürüş kuralları ve cihazları gibi birçok şey sorumluluk sahibi araç sürücülerini trafikte koruyor ve güvenliklerini sağlıyor. Tabi tüm bunlara rağmen kazaların büyük bir bölümü, sürücülerin ellerini araba kullanmak dışında işler için de kullanmasından ortaya çıkıyor.
Lindberg International adlı araştırma şirketi tarafından bluetooth kulaklık markası Jabra sponsorluğunda gerçekleştirilen araştırma kapsamında ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve Japonya’da 18 - 65 yaş aralığında 1.800 kişi ile çevrimiçi ortamda anket yapılmış.
Ankete katılanlara araç kullanırken belirli etkinlikleri ne sıklıkla gerçekleştirdikleri ve bu etkinliklerin ne kadar zararlı olduğunu düşündükleri soruldu. Araştırmadan çıkan sonuçlara göre sürücüler araç kullanırken yemek yeme, kıyafet değiştirme, GPS sistemleri kullanma, trafikteki diğer sürücülere bağırma, mesajlaşma ve hatta cinsel aktivitelerde bulunma gibi birçok şey yapıyor.

100 kişiden 28’i mesajlaşıyor
Araştırmaya katılan sürücülerin sadece yarısına yakını, birçok ülkede yasalarla da belirtilmesine rağmen eller-serbest cihaz kullandıklarını belirtiyor. 100 kişiden 28’i araç kullanırken mesajlaşıyor, 12’si e-posta okuyup yazıyor.

En öfkeli sürücüler Fransa’da
Araştırmada yollardaki öfke global bir konu olarak dikkat çekiyor. Katılımcıların yüzde 63’ü araç kullanırken trafikteki diğer sürücülere bağırdıklarını belirtiyor. Yollardaki en öfkeli sürücüler ise Fransa’da. Tabi hemen unutmadan tekrar hatırlatalım, bu araştırmada Türkiye yok! Araştırmaya göre araç kullanırken kötü davranış sergileyen 18 – 35 yaş arası gençlerin oranı tüm ülkelerde atıyor. Bunun da ötesinde, araştırma bu gençlerin bu zararlı hareketleri kendilerinden yaşlılara göre daha az zararlı olarak algıladıklarını gösterdi.
Araştırmaya katılan ülkeler arasında sürüş esnasında en fazla suç işleyenler Japon sürücüler. Japonlar araç kullanırken video oyunları oynuyor, film izliyor, sesli kitap okuyor ve müzik cihazları kullanıyor. Güvenliğe en fazla önem verenler olarak dikkat çeken İngilizler ise sürüş sırasındaki tehlikeli davranışlar konusunda en yüksek bilince sahip sürücüler olarak dikkat çekiyor.

Dört sürücüden üçü yemek yiyor
Ankete katılan sürücüler bazı etkinliklerin yolda kendilerine zaman kazandırdığını düşünüyor. Her dört sürücüden biri (yaklaşık yüzde 25) araç hareket halindeyken saçlarına şekil verdiklerini ya ya kıyafet değiştirdiklerini ifade ediyor. Her dört katılımcıdan üç’ü (yüzde 72) fast-food’u araba konsepti içinde uygun gördüklerini ve araç kullanırken düzenli olarak yemek yediklerini söylüyor. Dört sürücüden sadece biri için güvenlik için ellerini direksiyonda tutmak yemek yemekten önce geliyor. Ancak son derece basit görünen bu hareketler sürücünün dikkatini dağıtarak güvenliğini tehdit ediyor.

30 Temmuz 2010 Cuma

3D Dünyasında Bir İlk

Bir süredir üç boyutlu teknolojinin hayatımıza getirdiği yenilikleri ve bir dizi yeni ürünü biraz temkinli, dikkatli, ama heyecanlı bir şekilde takip ediyoruz. Şu anda 3D televizyonlar, Blu-Ray oynatıcılar ve özel gözlükler pek çok yerde karşımıza çıkanlar... Kısa bir süre sonra ise 3D oyunlar ve yine birbirinden ilginç aksesuarlar raflarda yerini alacak. Tüm bu yenilikleri övenler, hayatımıza getireceği artıları her fırsatta dile getirenler olduğu gibi, 3D furyasının pek tutmayacağını, çıkan ürünlerin bir süre sonra kullanılmaz hale geleceğini ve tüm bu teknolojiye harcanan paranın ölü bir yatırım olacağını söyleyenlerin sayısı da hiç az değil.

Bildiğiniz gibi insan gözü gerçek hayatta dünyayı 3D (3 Boyutlu) görür, yani cisimler arasındaki derinlik farkını algılayabilir. Buna karşı fotoğraf kartına basılan görüntüde bu derinliği algılamak gerçek hayattaki gibi mümkün değildir. Fotoğraf baskıları 2D (2 Boyutlu)’dir. Fotoğrafın keşfinin hemen sonrasında insanlar gözleri ile algıladıkları bu derinliği fotoğrafta da elde etmek istemiştir. İşte bu noktadan itibaren önceleri fotoğraf daha sonra da sinema filmlerinde elde edilmeye çalışılan şey, esasında sadece gözümüzle gördüğümüz bir görüntü elde etmeye çalışmaktır.
Stereo görüntünün tanımını ilk defa M.Ö. 280 yılında Euclid (Oklit) yapmıştır. 1584’de Leonardo da Vinci insan gözünün derinliği algılaması ile ilgili genişçe araştırmalar yapmış, bunun sonucunda sanatçının çizimlerinde, zamanındaki sanatçılara göre çok ileri seviyede gölgeleme doku alan derinliği, sonuç olarak da daha gerçekçi 3D gerçekçilik izlenmektedir.
Giovanni Battista della Porta 1600 yılında ilk defa Euclid’in açıklamalarından da yararlanarak insan gözünün nasıl 3D görebildiğinin mekaniğini açıkladı. Bu çalışmanın hemen ardından 1611 yılında Kepler’in “Dioptrice” yayınında, insan gözünün stereo görebilmesinin geniş teorik açıklaması yayınlandı.
1851 yılında İngiltere kraliçesi Victoria’nın Londra’daki bir fuarı ziyareti esnasında izlediği 3D fotoğrafların yarattığı ilgi ardından 3D fotoğrafçılık varlıklı aileler arasında ve eğlence dünyasında çok popüler bir hale geldi. Sinema filminin icadına kadar da popülerliğini korudu.
İskoçyalı bilim adamı Sir David Brewsterin 1849 yılında icat ettiği Brewster Stereoskopu daha sonraki yıllarda yapılacak tüm stereoskoplar için zemin oluşturduğu gibi, stereo fotoğrafların seri halde üretilebilmesini de sağladı.
1939’da William Gruber, Kodak’ın yeni icat ettiği 35mm filmini kullanarak elde ettiği 3D görüntüyle View-Master firmasının doğuşuna sebep oldu. Bu ürün ilk defa 1940’li yıllarda piyasaya sürüldü ve her halde girmediği ev de kalmadı.
Bu tarihten sonra pek çok cihaz satışa sunuldu ve tabi sinema filmleri ilgi odağı oldu, geniş kitleler tarafından kabul gördü.
Günümüzde ise açıklanan son yeni ürün, dünyanın ilk 3D tüketici video kamerası oldu. Panasonic tarafından çıkarılan 3D kamera, geçtiğimiz haftalarda İsveç’in Stockholm kentinde düzenlenen Panasonic Dijital Görüntüleme Semineri’nde tanıtıldı. Bu yeni kamera ile artık isteyen herkes kolayca 3D videolar çekebilir, özel ve keyifli anlarını 3 boyutlu olarak kaydedebilir hale geldi. 3D ürünlerin ve özellikle 3D televizyonların yayılması için önemli bir ürün olan bu tüketici kamerası ülkemizde de Ekim ayı gibi satışa sunulacak.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Dijital Ayak İzinize Dikkat!

İnternette gezinip çeşitli siteleri ziyaret ediyorsunuz. İster istemez, ziyaret ettiğiniz her sitede de dijital ayak izlerinizi bırakıyorsunuz. Dijital ayak izleriniz yüzünden sizden sonra bilgisayarınızın başına geçen sevgiliniz veya arkadaşınız sizin hangi siteleri ziyaret ettiğinizi ve internette ne yaptığınızı kolaylıkla görebiliyor. Bundan kurtulmak istiyorsunuz ama düzenli olarak bilgisayarınızdaki “Sil” komutunu kullanıp ayak izi, dosya veya klasörleri silmek dışında bir işlem yapamıyorsunuz...
İyi de, “Sil” komutu, gezdiğiniz sitelerde bıraktığınız iz veya dosyaları fiziksel olarak sabit disk ya da hafızadan tam olarak temizleyemiyor ki! Bunlardan sonsuza dek kurtulmak istiyorsanız, kullandığınız işletim sisteminin karmaşık yapısını anlayıp, size doğru, net ve kalıcı çözümler sunan yazılıma ihtiyacınız var demektir.

Anti-virüs yazılım geliştirici firması Kaspersky Lab uzmanları, özel hayatınızın sadece size özel kalması gerektiğini dikkate alarak, Kaspersky PURE yazılımını üretti. Kaspersky Lab, yazılım esaslı dosya yok etme kutusu ve sahip olduğu son derece karmaşık tam yedi kalıcı veri silme algoritma özelliğiyle diğerlerinden ayrılıyor. Bu özellik sayesinde sileceğiniz dosya, dijital ayak izi veya klasörler bir daha karşınıza hiç çıkmayacak şekilde sonsuza kadar silinip gidiyor.
Peki bu nasıl oluyor? Birincisi; yazılım esaslı kalıcı silme yöntemleri, silinecek verileri içeren hafıza kümelerinin üzerine yapılan çoklu yazmalara dayanıyor. En basit ve hızlı algoritma, silinecek verilerin iki giriş kullanılarak yazılmasını içeriyor. Kaspersky PURE, yedi kez silerek verilerin üstüne yazan Alman standardı VSITR’yi kullanıyor. İşletim sisteminin sağladığı olağan araçlar, verileri güvenli ve kalıcı bir şekilde silemiyor. Bu yüzden PURE, kullanıcının ihtiyaçlarını karşılayabilen en iyi araçlarla donatıldı. Kaspersky PURE’ün dosya yok etme kutusu, güvenli bir şekilde verileri silme, kaynak kıtlığı yaşamadan hızlı ve basit bir yapılandırma sunuyor... Böylelikle sizden sonra bilgisayarınızın başına geçen sevgiliniz veya arkadaşınız sizin özel hayatınızdan ancak sizin izin verdiğiniz kadar haberdar olabiliyor. Kaspersky PURE ile özel hayatınız sadece size özel kalıyor.

16 Temmuz 2010 Cuma

Fotoritim'de...

İnternet ortamında yayın yapan e-dergi Fotoritim'de benimle yapılan bir röportajı paylaşmak istedim.
http://www.fotoritim.com/yazi/omer-serkan-bakir-ile-roportaj

25 Haziran 2010 Cuma

Facebook ve Twitter ile müşteri ilişkileri yönetimi

Akşamları eve dönerken apartmanın kapısında, teknoloji mağazalarının, marketin, böcek ilaçlama firmalarının, pizzacının veya teknik servislerin el ilanları, indirim kuponları, kartları ya da insertleri ile karşılaşıyorum. Sanırım teknoloji ne kadar değişirse değişsin evinizin kapısına konan bir el ilanı hala en etkili yöntemlerden…

Henüz birkaç yıl öncesinde hayal bile edemeyeceğimiz farklı bir başarı hikayesi yakalayan sosyal ağ siteleri için firmaların çözüm önerileri de arka arkaya yayınlanıyor. Esasında her kesimden kullanıcılar ve firmalar bu yeni medyanın bir yerinden çekiştirmeye çalışıyor. Kimi çözüm, kimi verim, kimi de akıl sağlığı için önerilerde bulunmayı ihmal etmiyor.
Şirketler, Facebook, Twitter gibi sosyal medya araçları üzerinden müşteri memnuniyeti, sadakati, bilinirlik, ürün tanıtımı ve marka imajı gibi kavramları geliştirmenin de yollarını arıyor. SAP’nin yeni CRM çözümü bu ihtiyaçları karşılamaya yönelik fonksiyonları ile profesyonel bir çözüm sunuyor. SAP CRM çözümü, şirketlerin müşterileri ile gerçekleştirdiği her türlü etkileşimi, sosyal medya araçları üzerinden de yapabilme olanağı sağlıyor.
SAP CRM çözümü; giderek artan mobil cihaz kullanım trendlerine uygun olarak çözümlerini mobil platformlara da taşıyor. SAP, geçtiğimiz aylarda satın aldığı Sybase şirketinin uygulamaları ile SAP çözümlerinin mobil platformlar üzerinde de kullanılmasını sağlıyor. SAP, Sybase ile ortaklaşa geliştirdiği SAP CRM mobil telefon uygulamaları ile uzun vadede dünya üzerinde 1 milyara yaklaşan mobil çalışana ulaşmayı hedefliyor. Mobil kullanıcıların aynı zamanda bir tüketici ve müşteri olduğundan yola çıkarak, SAP iş ortakları ile beraber son kullanıcılara yönelik iPhone uygulamaları gibi mobil telefon uygulamaları geliştiriyor.
Milyonlarca kişi tarafından kullanılan sosyal paylaşım sitelerinde, şirketlerin ürün ve hizmetleriyle ilgili paylaşımlarının takip edilebilmesi, sosyal medyadaki en büyük sorunu oluşturuyor. Sosyal medya araçları ile CRM süreç bağlantılarındaki uyum eksiklikleri, etkin ve hızlı hizmet vermeyi önlüyor. Bununla birlikte durumun 360 derece ortaya konulamaması, doğru kararlar alınabilmesini engelliyor.
Yeni CRM çözümü; şirketlerin klasik ilişki yönetiminden, sosyal ağ temelli ilişki yönetimine geçebilmeleri için geliştirilmiş. CRM çözümü; sosyal medya siteleri üzerinden interneti daha etkileşimli kullanabilmeyi, online sohbetlere katılmayı, anahtar kullanıcıları belirleyebilmeyi ve müşterilerle anlamlı ilişkiler kurabilmeyi sağlıyor. Böylelikle, değişen müşteri ihtiyaçlarına uygun ürün ve servisler sunulabiliyor.

3 Haziran 2010 Perşembe

Çalışanlar, verimlilik için sosyal ağları tercih ediyor

Cisco, düzenli olarak yaptığı araştırmaların üçünün sonuçlarını kamuoyu ile paylaştı. İlk araştırmada firmaların sosyal ağ araçlarını nasıl kullandığına yoğunlaşırken ‘İşbirliği Nesli’ adlı ikinci araştırma ile orta ve büyük ölçekli firmalarda başarılı işbirliği uygulamalarının faydaları ve zorluklarına; üçüncü araştırma ile de son kullanıcıların işyerinde işbirliği uygulamaları kullanım ve tercihlerine ışık tuttu.
Şirketler, sosyal ağlarla dış dünyaya bağlanıyor
Cisco, işbirliği alanında 20 ülkeden 97 kurumu temsilen 105 kişinin katılımıyla gerçekleştirdiği araştırma ile Facebook ve Twitter gibi tüketici tabanlı sosyal ağların işbirliği araçları olarak kullanımının işletmelere dış dünyayla çeşitli şekillerde bağlanma imkanını sağladığını ortaya koyuyor. Bu araçlar teknoloji ve işi yenilikçi deneyimlerle bir araya getiriyor, insanları ve bilgiyi buluşturuyor, pazara yeni giriş yolları sunuyor ve müşteri ilişkilerini güçlendirerek marka bilinirliğini artırıyor. Araştırmaya katılanların yüzde 75’i sosyal ağları tüketiciye yönelik olarak kullandıkları başlıca sosyal medya aracı olarak gördüklerini, yüzde 50’si ise mikroblogları oldukça yaygın bir şekilde kullandıklarını belirtiyor.
Öte yandan Cisco’nun yakın zamanda yaptırdığı ‘İşbirliği Nesli’ araştırmasına katılan kurumların bilgi teknolojileri alanında yapacağı satın almalarda söz sahibi olan karar alıcılarının yüzde 77’si, işbirliği araçlarına daha fazla yatırım yapmayı planlıyor. Ancak çalışanlar, işbirliği yeteneklerinin şirket politikaları nedeniyle kısıtlandığı görüşünde. Sosyal medya uygulamalarının yasaklandığı şirketlerde çalışanların yüzde 25’inden fazlası, “işin yapılması için o uygulamalara ihtiyaç duydukları” gerekçesiyle kullandıkları cihazların ayarlarını değiştirdiklerini söylüyor.

1 Haziran 2010 Salı

Eski dost hala hayatımızda

İlk defa disketlerle tanışmam ve kullanmam 1990’dan önce oldu. Önce 5.25 inç sonra da 3.5 inç disketler… Tek taraflı 160KB, çift taraflı kullanıldığında ise 360KB kapasiteli olan 5.25 inçlik disketlerden sonra 3.5 inçlik disketler pek bir farklı gelmişti o zamanlar.

Bir de 8 inçlik disketler vardı. Sanırım ilk kez 1970’li yıllarda kullanılmaya başlanmış. Hiç kullanmadım ancak evde bir iki tane olması lazım. Benim jenerasyonum en çok 3.5 disketlerle büyümüştür. DD (Double Density) disketler 720KB, HD (High Density) disketler ise 1.44MB’lık kapasiteye sahipti.
Yaklaşık 30 yıldır kullanılan 3.5 inç disketler, önce CD ve DVD sonra da USB belleklerin çıkmasıyla rakipleriyle boy ölçüşemeyecek hale geldi. Uzun bir süre, satılan her bilgisayarda olmazsa olmazlardan olan floppy disket sürücüleri ilk defa Apple iMac modelinde kullanmamaya başladığında bir hayli şaşkınlık yaşanmıştı. Kolay ve ucuz bir yöntem olan disketlerin nasıl olur da bir bilgisayar modelinde ortadan kaldırılması ile gelişen tartışmaların üzerinden bir hayli zaman geçti. Ancak geçtiğimiz günlerde Verbatim firmasından ilginç bir haber geldi. Verbatim’in rakamlarına göre, özellikle Doğu Avrupa ve BDT ülkelerindeki disket talepleri ile Avrupa satışları, 2009 yılında 50 milyon adet civarında gerçekleşmişti. Yani disket kullanımı 2010 yılında bile küçük bir miktar veri depolamak için bile halen kullanılıyor.
Yapılan açıklamaya göre, küçülen bir pazar segmentinde bu ürünün tedarikçi sayısının azalması Verbatim’i şaşırtmamış. Önde gelen bir depolama ortamı uzmanı olarak Verbatim yine de disket üretimini dünya çapında tedarik etmeye devam edeceğini duyurdu. Ama ne zamana kadar belli değil!

27 Mayıs 2010 Perşembe

Yeşillenen BT

Bir yandan yeşil çevre, yeşil BT gibi sloganları kullanıyoruz, bir yandan da kaynakları daha fazla tüketmeye ve kirletmeye devam ediyoruz. Eskiden sanırdık ki sokaklardaki çöpler düzenli toplanınca, herkes kapısının önünü süpürünce her şey çok güzel olacak. Sonra anladık ki iş bu kadar basit değilmiş. En basitinden, her şeyi çöpe atmak iyi bir şey değilmiş. Geri dönüşüm diye bir şey varmış. Pilleri çöpe değil, atık pil kutusuna atmak gerekirmiş.
Neticede, değişen ve sürekli artan ihtiyaçlar insanları hızla tüketen bireyler haline getirdi. Bazı ürünlerin içerisinden “bu ürünün kullanım ömrü 10 yıldır” gibi yazılar çıkınca gülüyorum. Çocukluğumuzda buzdolabı, fırın gibi ürünler 15-20 yıl kullanılırdı. Geçenlerde üniversiteden bir hocam bozulan fırını için teknik servisi aramış. Gelmişler ve bakmışlar ki fırının gereken yedek parçalarını bulmak neredeyse imkansız. Tabii tamir edememişler. Bu durumu hocam şöyle anlatıyor: “Fırını alalı daha 25 yıl oldu ve gayet iyi çalışıyordu.” Yedek parçasının üretilmemesi garibine gitmişti.

Fotoğraf makineleri buna en tipik örnektir. 1970’li yıllarda üretilmiş analog bir fotoğraf makinesi halen sorunsuz çalışabilir. Ancak 5 yıl önce alınan bir dijital fotoğraf makinesi sorunsuz çalışsa bile artık onu kullanmak istemeyebiliriz. Bunun nedeni hem gelişen teknoloji hem de bize dayatılan tüketici toplumu refleksidir. Gençlerin elinde gördüğümüz son model cep telefonları en fazla 1-2 sene kullanılıyor ve sürekli yenileri ile değiştiriliyor. Peki, eskiyen cihazlara ne oluyor, nereye gidiyor?
Çevreci bir dünya, hem bireylerin çabaları hem de firmaların geliştirdiği duyarlı çözümler ile mümkün olabilir. Daha az enerji harcayan bilgisayarlar, televizyonlar, geri dönüşümlü ürünler… Bu iş öyle çok kolay ve kısa vadede çözülecek bir sorun değil. Çevreci yaklaşımlar uzun süreli bir program dahilinde düşünüldüğünde daha fazla faydalı olacaktır. Bu arada devletlerin de bu konuda kısıtlamalar ve yeni yönetmelikler hazırlaması, “Yeşil” kavramını çok daha önemsemesi gerekiyor.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Filmlerdeki Sponsorluklar

Birçok dalda olduğu gibi sinema filmlerinde de sponsorlar olmazsa olmazlardan… Seyrettiğimiz birçok sinema filminde bazen gözümüze sokularak bazen de farkında olmadan pek çok sponsorun katkısını izliyoruz.
Sponsorların filmlere olan desteğine pek bir şey diyemem, ama bu konuda unutamadığım bir film var ki… Tom Hanks’in başrolünde oynadığı “Cast Away” filmi bu konudaki en uç örneklerdendir sanırım. İzlediğinizde film için sponsor olunmadığı, sponsor için bir film çekildiğini anlamanız uzun zamanınızı almaz.
Fedex'de çalışan Chuck Noland (Tom Hanks) ile doktora öğrencisi Kelly evlenme planları yapmaktadır. Chuck'un içinde bulunduğu uçağın feci bir fırtına sonucu düşmesi ile planları kesintiye uğrar. Uçak kazasından sağ olarak kurtulan yegane insan olan Chuck, kendini ıssız tropikal bir adada bulur. Tüm hayatını modern şehirlerin lüks çevrelerinde geçiren bu insan şimdi tek başına hayatta kalma mücadelesi verecektir.
Chuck adaya çıktığı andan itibaren Fedex ile gönderilen ve düşen uçaktan geri kalan paketleri teker teker toplar, ıslanmamaları için üzerlerini örter. Uzun süre bu paketlere dokunmayarak sadık bir Fedex çalışanı olduğunu ispatlar. Tabi daha sonra paketleri teker teker açmak zorunda kalır. Filmin sonunda ise kalan tek Fedex paketini adadan kurtulduğunda, yani tam 4 sene sonra sahibine ulaştırır. Baştan sona bir Fedex reklamı olan bu film kadar “cesur” başka bir film aklıma gelmiyor.
Hatırladığım küçük sponsorluklardan biri de “Yahşi Batı” filminde yaşanıyor. Filmde ColaTurka’nın senaryoya uydurulmuş güzel birkaç reklamını izliyorsunuz. Cem Yılmaz buna benzer sponsorluk işlerini diğer filmlerinde de ustaca kullanmıştı.
Şimdilerde ise Mayıs ayında vizyona giren “Sex and the City 2” filminde modayla bütünleşen ve tasarımı ile ön plana çıkan HP bilgisayarlarını görüyoruz. Pek çok Amerikan filminde görmeye alıştığımız Apple ve Dell markalarının yerini bu sefer HP alıyor.
“Sex and the City 2”nin karakterleri HP Mini Vivienne dizüstü bilgisayarı ellerinden düşürmüyor. TouchSmart bilgisayarlar ise “Sex and the City 2”nin özgür, stil sahibi, maceracı kadınlarının vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Filmin başrol oyuncusu Sarah Jessica Parker; hayatında annelikten film yapımcılığına kadar uzanan çeşitli rolleri stilinden ödün vermeden idare edebilmek için HP bilgisayar kullanan entelektüel ve enerjik bir kadını canlandırıyor.
Tam yazıyı bitirmek üzereyken aklıma eskilerden bir film daha geldi. Nick Nolte’nin “Under Fire – Ateş Altında” filmi kısaca, 1980’lerin başında sıradan bir fotoğrafçının ateşli bir insan hakları savunucusuna dönüşmesini anlatıyor. Film fotoğrafçı Russell Price ile radyo muhabiri Claire’in Çad’da tanışmalarıyla başlıyor. Claire’in Time dergisi muhabiri olan sevgilisi Alex bir televizyon kanalından gelen ‘anchorman’lik teklifini kabul edince döner ve Claire de Nikaragua’ya geçmeye karar verir. Nikaragua’da yaşanan iç savaştan ziyade Claire’i merak eden Russell da onun peşine takılır. Nikaragua’da ABD’nin desteklediği diktatör Somoza ile muhalif gerillalar arasında süren sıcak savaş Russell’ı etkileyecek; bir yandan Claire’e olan aşkı büyürken bir yandan da süren çatışmalarda bir saf tutmaya başlayacaktır.
İşte tüm bu gerilim ve heyecan dolu sahnelerde Nick Nolte’nin elinden düşürmediği fotoğraf makinesi Nikon F3, filmin afişinde de başrolü oynuyor.

21 Mayıs 2010 Cuma

“Angkor Tapınakları” Sergisi 28 Mayıs’a kadar görülebilir

“Angkor Tapınakları” adını taşıyan, değişik yıllarda Kamboçya’da çektiğim fotoğraflardan oluşan fotoğraf sergim, Uğur Varlı Fotoğraf Sanatı Galerisi’nde 28 Mayıs 2010 tarihine kadar görülebilir.
Epson sponsorluğunda basılan fotoğraflar, Kamboçya’nın Siem Reap kentine yaklaşık 8 km uzaklıkta, 9. ve 12. yüzyıllar arasında Khmerler tarafından yapılmış, dünyanın en büyük ve ünlü tapınaklarının yer aldığı bölgenin, budist rahiplerin ve bu bölgedeki yaşamın fotoğraflarından oluşuyor.

1-28 Mayıs 2010
Uğur Varlı Fotoğraf Sanatı Galerisi
Adres: Ankara Cad. Atabay Merkez İş Hanı
No: 169 K:2 Sirkeci – İstanbul
0212 520 49 46
http://www.ugurvarli.com/

20 Mayıs 2010 Perşembe

Darüşşafakalı öğrencilerle Midyat ve Hasankeyf’teydik

Geçtiğimiz hafta sonu “Hayalden Gerçeğe” projesi kapsamında fotoğraf dersleri verdiğim Darüşşafakalı öğrencilerimle beraber Midyat ve Hasankeyf’teydik.


Midyat’ta Gazi Yatılı İlköğretim Okulu’nda, Hasankeyf’te de Atatürk İlköğretim Okulu’nda fotoğraf meraklısı öğrencilere önce fotoğraf çekmek ve çekim ipuçlarını içeren bir ders verdim. Sonrasında da Darüşşafakalı öğrencilerimizle beraber hep beraber fotoğraf çekmek için düştük yollara. Midyat ve Hasankeyf’te yaşayan öğrencilerin fotoğraf merakı ve ilgileri görülmeye değerdi. Proje devam ediyor.

Hasankeyf’te ilginç bir olay yaşadım. Buraya ne zaman giderseniz gidin çekeceğiniz konulardan birisi her zaman çocuklar olacaktır. Bundan 5 yıl önce bir fotoğraf çekimi için gittiğim Hasankeyf’te oynayan çocuklar yine fotoğraf konularımdan biri olmuştu. Atatürk İlköğretim Okulu’nda verdiğim derste de bu fotoğraflardan birkaçını çocuklarla paylaştım. İşin en ilginç tarafı ise, o fotoğrafların bir tanesinde 5 yıl önce bana poz veren çocuklardan birisi de o dersteydi! Bu herkes için büyük bir sürpriz oldu.

4 Mayıs 2010 Salı

“Angkor Tapınakları” Sergisi Üzerine...

Ömer Serkan Bakır'ın 1-28 Mayıs 2010 tarihleri arasında, Uğur Varlı Fotoğraf Sanatı Galerisi'nde açık kalacak olan fotoğraf sergisi ile ilgili Gültekin Çizgen'in yazdığı sergi giriş yazısı...

ANGKOR
Bu sergide, Unesco’nun dünya kültür mirası listesinde, tüm gezgin ve fotoğrafçıların inceleme hedeflerinden biri olan Hindiçini’nin ilginç ülkesi Kamboçya’daki Angkor Tapınakları’nın manzara, çevre ve yaşam kültürlerinin incelikli tasvirlerini izliyorsunuz.
Kamboçya’nın Siem Reap kentine on kilometre uzaklıkta, 9 ve 12. yüzyıl arasında bölge halkları Khmerler tarafından yapılmış, ünlü Angkor tapınakları yer alır.


Tropik ormanın içinde saklı kalmış dev tapınaklar, mistik görkemleriyle bambaşka deneyimlerin kapılarını açarlar. Tayland’ın Bangkok’undan bir saatlik uçak yolculuğuyla buraya ulaşırsınız. Kutsal kent anlamına gelen Angkor, bugün Güneydoğu Asya’nın en ilgi çekici yerlerinden biridir.
Angkor Wat ve çevresinde elli kadar tapınak vardır. Khmerlerin başkenti Angkor, yaklaşık dört yüz yıl tropik cangılın içinde gömülü kaldı. 1860 yılında Angkor’u keşfederek, batı dünyasına tanıtan Fransız gezgin Henri Mouhot oldu. Gördükleri karşısında büyük bir coşkuyla “Angkor görülmeden, ölünmez” diye bağırdığı rivayet edilir.
Oryantal dünyanın bu görkemli harikasında temel mimari yapı, dekoratif duvar detayları, gülen heykeller Güneydoğu Asya’nın büyük uygarlığını taçlandırır. İç savaştan sonra artık Angkor, dünya gezginlerine yeniden açıldı. Ömer Serkan Bakır da buranın yeni ziyaretçilerinden biri oldu.

ÖMER SERKAN BAKIR
Arkeolojik yapılanmaların, pek çok fotoğrafçı için mükemmel bir fotoğraf platformu oluşturduğu düşünülür. Ömer Serkan Bakır, sizlere tapınakların, bölgenin, budist rahiplerin ve oradaki çevre yaşamının fotoğraflarını sunuyor. Fotoğrafları 2002 ve 2009 yıllarında çekmiş.


Sanatçı, geçmişin zenginliğine saygı duyan, bunların bozulmasından canı sıkılan ve fotoğrafını bu keşifler için kullanan biri. Tanıdığım kadarıyla Bakır, genç yaşına rağmen topluma ve kültüre hizmet etmeyi görev sayıyor.
1976 yılında İstanbul'da doğan Ömer Serkan Bakır, İstanbul Üniversitesi Kontrol Sistemleri Teknolojisi ve ardından Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü'nü bitirdi.
Kariyerine ise 1999 yılında Türkiye'de ilk defa yayınlanan dijital fotoğraf dergisini (Photo Digital) hazırladı ve Yayın Yönetmeni oldu. İnternet üzerinden yapılan, ülkemizdeki ilk fotoğraf yarışmasını organize etti. Birçok dia gösterisi gerçekleştirdi, kişisel ve karma sergiler açtı. Ulusal ve uluslar arası birçok fotoğraf yarışmasında ödüller kazandı. Bilgisayar teknolojileri, dijital fotoğrafçılık ve daha birçok konudaki yazıları yayınlandı.

FOTOĞRAF ÜZERİNE
Dewey “Felsefenin sanattan öğreneceği çok şey vardır” der ve devam eder, “Çünkü sanat deneyim olarak, deneyimin en dolaysız ve eksiksiz halidir. Sanat yapıtı da yüceltilmiş, yoğunlaşmış deneyimlerin konusudur.” Sanata “Güzel Sanatlar” denir de, aslında sanatın kendisi “güzel” değildir. Öyle denmesinin nedeni, güzeli üretmesindedir. Bugün fotoğraf sanatı, sanat tarihi içinde, bu güzellik demetinin seçkin yerinden bizi selamlıyor.


Ömer Serkan Bakır, yaptığı dış gezilere fotoğrafı katık ediyor ve her fırsatta da bunu içinde olduğu fotoğraf çevresine sunuyor. Bu iyi bir şey... Genç bir insan, olgunlaşırken tüm bu yollardan geçecektir.
Hangi nitelikte, markada ve teknikte olursa olsun, fotoğraf makinesi asla düşünmez.
Düşünce ürünü olmayanın, sanat ürünü olduğu da söylenemez. Elbette fotoğrafçı gördüğünü seçme, kesme, çıkarma veya doğru yere yerleştirme ile ona bir anlam yükleme göreviyle yükümlüdür. Görüp gösteren fotoğrafçı, düşüncesini fotoğrafça üzerinden inşa eder. Sanatçının eserlerine birlik ve kuvvet katan fotoğrafça bakışıdır.

SONUÇ
Ben Kamboçya’ya gitmeme rağmen Angkor’a şartlar uymadığından gidemeyen bir bahtsızım. Ancak Angkor üzerine çok ilginç fotoğraf çalışmaları da izledim. Angkor’u fotoğraflar üzerinden tanırım. Ömer Serkan Bakır’ın emekleri bu harikaya eğilmiş kişilerin yapılandırdıklarıyla tay koşuyor.
İşte karşınızda Angkor Tapınakları. Sanatçının Epson sponsorluğunda hazırlanan sergi fotoğrafları, Khmerler sanatının üstün örneklerinin çevredeki yaşam halesiyle size sunuluyor.
Angkor Wat, bugün Kamboçya bayrağını süsleyen bir simgedir. Bir fotoğrafçı için de çok önemli deneyimdir. Ömer Serkan Bakır, şimdi bu deneyimini sizlerle paylaşıyor.

İyi seyirler efendim.

Gültekin Çizgen
Uğur Varlı Fotoğraf Sanatı Galerisi
Sanat Yönetmeni
gultekin@gultekincizgen.com

28 Nisan 2010 Çarşamba

New York Hakkında…

Bir geziye çıkmadan önce mutlaka bir gezi planı yapılması gerektiğine inanırım. Hatta gezi planlarını abarttığımı bile söyleyenler olur. Ancak bu sefer New York için biraz daha rahat bir plan yapalım istedim ve fazla detaya girmekten kaçındım. Yani saat saat bir plan yapmadım.
Uzak bir ülkeye gideceğiniz zaman öncelikle en büyük sorun oraya nasıl gideceğiniz olur. Eğer fazla macera sevmiyorsanız ve tabi aylarca vaktiniz yoksa uçakla gideceğiniz kesin! Ancak hangi havayolunu kullanacağınız, aktarmalı mı, yoksa direkt mi uçacağınız aklınızı karıştırabilir. Ben uzun uçuşların çoğunu THY ile ve aktarmasız yapmaya çalışıyorum. Diğer havayolu şirketlerine göre THY’nin bariz bir biçimde, gerek uçuş konforu ve gerekse de diğer alanlarda bir adım önde olduğunu düşünüyorum. Bu sefer de THY ile İstanbul – New York – İstanbul uçak biletlerini yaklaşık 1 ay önce aldık. Uçak biletlerini ne kadar önce alırsanız o kadar az para ödersiniz. Eğer planlı bir seyahatiniz varsa bunu aylar öncesinden de gerçekleştirebilirsiniz.


Konaklama ve otel rezervasyonları New York için biraz sıkıcı olabilir. Sıkıcı olan yanı ise, fiyatların Avrupa ülkelerinden bir hayli pahalı, standartların ise biraz daha düşük olmasından kaynaklanıyor. Yoksa başka bir sorun yok. Gecelik fiyatlar kişi başı veriliyor ve çoğunda kahvaltı fiyata dahil değil. Benim böyle bir sorunum olmadı. Çünkü sevgili arkadaşlarım Mahmut ve Yonca’nın New Jersey’deki evlerinde misafir oldum. En güzel yanı da henüz 7 aylık olan çocukları Osman’ı görebilmem oldu. Tekrar teşekkürler çocuklar…
Yazımın başında detaylı bir plan yapmadım dedim. Ancak New York ile ilgili birçok gezi yazısında bunun tam tersi söylenir. “Vaktinizi boşa geçirmeyin, detaylı bir plan yapın!” denir. Tabi bu kalacağınız süre ile de ilgili. Yani bir haftalık seyahatinizde başka, 2-3 haftalık seyahatinizde başka başka programlar yapabilirsiniz. Bizim zamanımız 1 hafta ile sınırlıydı. 6 sene önce New York’ta biraz vakit geçirdiğim için ilk defa gittiğim bir şehirden farklı olarak birçok konuda bilgi sahibiydim. Durum böyle olunca şehirdeki görülmesi gereken yerlerin basit bir listesinin dökümünü alıp düştüm yollara…

Panasonic Lumix DMC-GF1’i New York’ta Test Ettik

Dijital fotoğraf makineleri ile uzun süreli inceleme ve gezi yazısı serimize bu sayı Panasonic Lumix DMC-GF1 ile devam ediyoruz. Bu sefer ki durağımız New York…
Panasonic Lumix DMC-GF1, dahili flaşa sahip, Micro Four Thirds sistemini destekleyen değişebilir objektifli özel bir fotoğraf makinesi. Panasonic “Lumix G Micro System” serisinin bir üyesi olan GF1 gelişmiş özellikleri, yüksek performansı ve kompakt yapısı ile dikkat çekiyor.
Uzun süredir profesyonel fotoğrafçıların kafa yordukları bir konu var. Kilolarca ağırlıktaki fotoğraf çantasını nasıl hafifletebileceklerini düşünüyorlar. Bu konuda, Micro Four Thirds sistemi çıkana kadar kompakt bazı modellerin işimize yarayabileceğini düşünüyordum. Kişisel olarak DSLR bir makine ve birçok objektifle fotoğraf çekmeye çıkan biri olarak fotoğraf çantamın ağırlığı özellikle uzun yürüyüşlerde dayanılmaz olabiliyor. Gün sonunda ise artık fotoğraf çekme hali keyifli bir iş olmaktan çıkıp eziyet olmaya başlıyor. Biraz önce dediğim gibi acaba yanıma sadece profesyonel kompakt modellerden birini alıp fotoğraf çekebilir miyim diye düşündüğümde ise sonuç pek tatmin edici sayılmazdı. Tamam, bir iki markanın 2-3 farklı kompakt modeli profesyonel fotoğrafçıların en çok ilgi gösterdiği makineler arasında sayılabilir. Ama Micro Four Thirds sisteminin size kazandıracağı avantajları gördükten sonra bakış açınızın değişeceğine inanıyorum.
Bazı DSLR fotoğraf makineleri için kompakt boyutlu ve hafif gibi ifadeler kullanılır. Eğer DSLR bir makine kullanıcısı iseniz elinize GF1’i aldığınızda gerçek kompakt bir makinenin ne demek olduğunu bir kez daha anlayacaksınız! Bizde bu sefer ki durağımız New York’ta Panasonic Lumix DMC-GF1 ile uzunca bir test çalışması yapmaya karar verdik. Elimizdeki DSLR makineleri bırakıp, sadece GF1’i ve iki objektifini yanımıza alıp başladık New York sokaklarında gezmeye. GF1 ve iki objektif (20mm ve 14-42mm) için çanta taşımaya bile gerek kalmadı. Bir objektifi cebime makineyi de boynuma asarak çok rahat ettim. İnanın makinenin boynumda olduğunu çoğu zaman unutup etrafımda çanta aradım. İlk günler New York bize sıcak yüzünü göstermedi ve uzun süren yağmur altında dolaşmak zorunda kaldık. Normalde DSLR bir makineyi montunuzun içerisinde saklamak pek kolay olmaz. Kompakt bir yapısı olduğu için GF1 ile hem hızlı hareket edebildim hem de makineyi yağmurdan korumak hiç de zor olmadı.